gaspar noe neden bir dallama ve şiddetin sanatsal aktarımı

UFAK BİR UYARI

bu metni hasta ve depresif bir ruh haliyle yazdım. şimdi dönüp baktığımda farkediyorum ki çok fazla konudan konuya atlamışım ve birkaç noktada eksiğim var. ayrıca metnin genel tonu fazlasıyla sarkastik. ama ana fikrimi iyi savunduğumu düşündüğümden ve tekrar aynı fikri savunmak enayice hissettirdiğinden paylaşmaya karar verdim. şu an metni düzgün bir noktaya taşıyacak disipline hiç sahip değilim. ayrıca filozoflara genel yaklaşımım bu düşünürden kendime ne çıkarabilirim tarzında olduğundan, filozofların tam kastetmedikleri bir yere konuyu çekebilirim. bir tutarsızlık tespiti olmadıkça "ama o bunu bu anlamda kullandı" argümanı geçersiz bu yüzden, zira çokta umrumda olan bir mesele değil.

 

Dizilerin içeriklerinin kadınları erkeğin eline bakan embesillere indirgendiği için eleştirildiğinde genellikle şu savunmayı görmeye alışmışızdır: eee şeyyy biz ülkenin gerçeklerini yansıtıyoruzz eee şey bunları yok sayınca yok olmuyolar ehehehee. he aynen kanka ülkeyi aydınlatma vizyon ve misyonunda sana başarılar, eminim  o yüzden yapıyorsundur. neyse işte mesele bu değil, konuşmak istediğim mesele temelde yukarıdaki meleye meleye kendini savunamayan dallamanın bu savunusunda temelde birkaç varsayım gizli, konuşmak istediğim mesele bunlar:
1. Gerçekliği insanlara göstermek, temelde bireyin kendini ekranda görerek kendini sorgulamasına yol açar.

1.a- (1) İnsanlar rasyonal canlılardır. ortada bir kötülük varsa bunun sebebi bunun kötü olduğunun bilincinde olmamalarıdır. (biraz aşırı genelleştirdim ama amaaann)

Peki 1’den 1.a nasıl çıkar. bir bireye bir şey gösterdiğimizde ondan kendine çeki düzen vermesini istiyorsak temelde şu şablonu izleyeceğini varsayıyoruzdur: bu ekrandaki dallama bana benziyor -> bana benziyorsa bu dallamalığı ben de yapıyorum, o halde bi kendine çeki düzen vereyim. yani bu süreç bir nevi aydınlatma anı olarak değerlendirilir. bir şeyin farkında olmayan bir insan vardı ve ben geldim onun davranışlarının farkına varmasını sağladım.

 

bu metin temelde “kime niyet kime kısmet” analiziyle birlikte “ders çıkarılacak dallama karakterler neden pillcilerin editlere meze oluyor” üzerine biraz boş atma girişimim.

 

1900lerin avrupası. hayalet avrupada dolaşıyor, ortalık karışık. burjuva ve proleter sınıfın çıkar çatışmaları iyice göze batmaya başlamış, avrupanın devrimin kıyısında olduğu inancı her yeri sarmış. sonra hooppp, tık tık? kim o? devrim değil ehehehe. devrim falan olmadı. burada marx’ın, rusyanın sosyalizme geçebilmesi için kritik önem atfettiği avrupadaki bir ülkede devrim olması gerektiği savunusuna dayanarak rusyayı pas geçiyorum. zira asıl beklenti kapitalistleşmiş ve üretici güçleri gelişmiş fransa, bk ve alamanyada. ama olmadı işte. gramsci neden devrim olmadığını açıklamak için kültürel hegomonya kavramını kullandı. bu kavram temelde egemen sınıfın topumu “ikna ederek” yönettiği argümanına dayanaır. alt-sınıflara yönelik baskı yalnızca topla tüfekle değil eğitim ve kültür yoluyla da olur. yanniiiii yazılım mazılım takılan tayfanın burjuva olduğunun farkına varmaması veya asgari ücrete şükredecek birinin patronun hakkını savunması temelde bu kültürel hegomonya kavramına karşılık geliyor. yani bir bakıma toplumdaki yanlış bilgiler (hem gerçek anlamdaki bilgiler, hem de gerçekte varolmayan düşmanlıklar vs.) ve sistemin gündelik alışkanlıklara sinsice sirayet etmesinin toplamı, burjuvanın kendini çelişkisinde altüst olmasını önler.

 

konuyu bağlayacağım bir diğer konuysa chomsky-zizek tartışması. özetlemek gerekirse bu tartışma eleştirinin metodu üzerinedir. chomsky zizeğe diyor ki “bu eleman garip garip soyut bişiler diyor ama pratikte bu dedikleri anlamsız”. zizek de diyor ki “eee knk sen şu şu olayda bu lavuğu savunmuştun, ama daha sonra o lavuğun lavuklukları ortaya çıkınca ‘o zamanlar rasyonal olan buydu’ya yatmıştın.’” ve ardından ekler “ideoloji eleştirisi dediğimiz mesele ampirik verilerin incelenerek hakikatin ortaya çıkarılmasıyla olmaz, öznenin hakikati kuran çerçevenin, yani fantazmatik matrisin, nasıl işlediğini ortaya koyarak olur. çünkü insanlar bilgi eksikliğinden değil, fetişistik inkâr ve bilinmeyen-bilinenler yoluyla ideolojiye bağlanırlar. Dolayısıyla mesele ‘şu veri şunu kanıtlıyor’ demek değil, hangi arzunun, hangi sembolik düzenin, hangi keyif (jouissance) biçiminin o verileri anlamlı kılan ufku kurduğunu kesintiye uğratmaktır. özetle zizeğin perspektifinden insanlar “baba, onları bağışla. çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar” durumunda değildirler, tam aksine insanlar bilmelerine rağmen ideolojiye bağlanırlar. gramsci ile zizeği birleştirirsek, hegemonya, doğal sanılan gündelik sağduyuyu kurar, bunu da bilgiyle değil duygu ve haz devresiyle tutar. “ bu yüzden gerçeği göstermek tek başına davranış değiştirmez. fantazmatik matris, bu sağduyunun libidinal iskeleti gibi çalışır. bu durumu kant’ın yaptığı kopernik devrimine benzetebiliriz. ufuk incelemeyi esas mesele saymak. tabii zizek veriyi önemsiz saymaz, yaptığı şey temelde verinin yorumbilimini hedef almaktır. veriler, fantazmatik matrise eklemlenme biçimleriyle anlam kazanır. bu sebeple analizin biçmini kanta benzettim.

şimdi deleuze-wittgenstein-zizek üçlüsüyle şiddetin tasviri üzerine bir şeyler zırvalayacağım.

 

rivayete göre engizisyon dünyanın güneşin etrafında döndüğü teorisine karşı galileo’ya baskı yaparken galileo sessizce “ama yine de dönüyor” demişti. bu sözü ilginçleştiren bir detay var. bu “ama yine de” argümanı, gerçekliği olmayan bir şeye dair simgesel bir hakikat öne sürmek için kullanılabilir. mesela mesela bir ülke düşünelim, adı ponçik olsun. bu ponçikin hükümeti şunu desin: “şu dağın ardında düşman var, her an bize saldırmak için bekliyorlar.” bu sözün hakikati temsil ettiği durumlar pekala mümkündür. erkekler derhal orduya, kadınlar da orduya. zira ponçiklerimiz feminizmin garipçi akımından geliyor. pekiiii diyelim ki bu ponçikistler bize yalan söylüyor, düşman falan yok orada. bu durumda erkekleri yine askere gönderiyoruz, kadınlarsa evlerine dönüyorlar, zira bu erkekler maskülenizmin enayiciler ekolünden ehehehehe. şaka şaka gül diye. hala herkes askerde. bir kurgu toplumsal gerçekliği şekillendirebiliyor. yani şunu diyebiliriz ki gerçekliğin kurgusundan da öte bulunan bir kurgunun gerçekliği vardır.

 

peki ne diyordu wittgenstein “üzerinde konuşulamayan üzerinde susmalı”. buradan konuyu travmaya bağlayacağım. kurguların işlevi yalnızca keyfi argümanlarda yer almaz, aynı zamanda travmayla başa çıkma mekanizması da kurgulara dayanan gerçeklikler yaratmaktır zira hakikatle doğrudan yüzleşemeyecek seviyede bir travmaysa ancak bir kurmaca kisvesiyle hayata devam edilebilir. t-’e uğramış birinden olayı anlatırken kendi içinde tutarlı bir bütün şeklinde anlatmasını beklemeyiz. travmatize olmuş bireyin beyni travmayı aşmak ve bir daha yaşamamak için olayı yüzleşebileceği bir gerçeklik yaratacağı kurguya bağlayacaktır. bu da o kişiden olayı anlatılması istendiğinde betimlemesindeki tutarsızlıkları açıklar. travma’nın gerçekliğinin aktarılamaması temelde travmanın gerçek olduğunu gösterir. şimdi wittgenstein’ın söylemek (sagen) ve göstermek (zeigen) kavramlarına ufaktan bi girişelim. söylemek dediğimiz şey temelde dünyadaki olgulara dair önermeler ortaya atmaktır. doğru veya yanlış olması mesele değildir, temel mesele olgulara dair bir doğru yanlış yargısı barındırmasıdır. göstermek ise olguları mümkün kılan mantıksal ve biçimsel yapıya dair gösterimlerdir.

 

şimdi platonu ters-yüz etme girişimlerinden anlamın mantığına dönelim. platon’un ideaları neydi? maddi dünyadaki her şey temelde ideaların kusurlu bir biçmi. kusursuz daire yok, bizim daireyi kusursuz sayarak işlem yapmamızın sebebi bu ideaya dayanabiliyor olmamızdır. farklı kedi türleri var ama tek bir kedi ideası sayesinde hepsine kedi diyoruz. yani görünüşler ideaların arkasındaki değişmez özdür. platondaki bu idea - onların duyusal gerçekliği ikiliğini tersyüz ederek bedenler-cisimsiz olaylar(sense) ikiliğine çevirir. burada beden denilen şey maddi şeylerdir. olaylarsa temelde yüzeyde duran cisimsiz etkilerdir. kütleçekim kuvveti güzel bir tasvir bunun için. idealar nedensel güçler değildir. yön verici ve çevreleyici merkezlerdir. uzayzamandan gideceksek, dünyayı beden kütleçekimini olaylarla özdeşleştirebiliriz. kütleçekimi bir şey değildir, şeylerin haraket ederken bağlı kaldıkları şablondur. dünya dönerken kütleçekimi dünyayı yörüngeye sokmaz, dünya dönerkenki şablon zaten kendi kendine yörüngeye girmeye zorlar. ekonomik perspektiften gidecek olursak, para dediğimiz şey bedendir, fiyatların haraketleriyse olaydır. girişte bahsettiğim halimle leş gibi anlatıyorum sanırsam. o yüzden deleuze’ü daha fazla mezarında döndürmeden geçeyim burayı, bana gerekli olan kısım buraya kadar ama aslında argüman daha tam bitmedi.

 

şimdi tekrar wittgenstein’a dönecek olursak, bedenlere (yani olgulara) dair şeyleri söylerken, olaylara (ve mantıksal biçme) dair şeyleri gösterebileceğimiz argümanını ortaya koyabiliriz. burada tasvir etmenin iki metodunu görüyoruz. bir anda kapı çaldı, kim o? bir baktınız uzak ilişki yaşadığınız yiğido elinde çiçeklerle. evinizr gelen yiğido bir bedendir, onu gördüğümüzde bizi yaaaa şapşik şey’e götüren şeyse bir “cisimsiz olay”. şimdi bu yiğidonun götü yağlı versiyonunu düşünelim, kapınıza gelmeye üşenmiş. yada üşenmemiş de hasta olmuş diyelim. ve size planından bahsediyor. öyle bir anlatıyor ki durumu birebir tasvir ediyor ya. o anı gözünüze tıpkı geldiği anki gibi canlandırabileceğiniz kadar iyi bir tasvir bu. bu durumda hissettiğimiz şey -hayal kırıklığını göz ardı edelim pls, hasta hasta kapına mı gelsin olm çocuk ne bekliyosun?- o ankiyle aynı olur muydu? hayır. ve hayal kırıklığının göz ardı edilmiş haliyle bile koca bir hayır. zira her ne kadar iyi anlatsa da anlatmak ayrı bir beden orada karşında görmek ayrı bir beden, ve bunların etkileri de aynı değil doğal olarak. yaa şapşik beni düşünmen yeter de aynı olmıyor, evet.

 

travmaya dair konuşurken ne demiştik? travma yaşayan birey onunla ancak bir kurgunun gerçekliğinden bakarak yüzleşebilir. yani o kurguya maruz kalmayan bir insan onu hiçbir zaman anlayamaz. travmaya dair bedenler söylenebilir, ancak gösterilemez. gösterilme travma yaşayan bireyin kurgunun gerçekliğine sığındığı şablona yönelik olabilir. örneğin soykırımı filmde göstereceksek, bu “evet rasyonal insan, bak bu insan yahudilere ne kadar kötü davranıyor. sende ırkçı olma ki böyle bir şey bir daha olmasın.” şeklinde olmaz. zira sen bir bok göstermedin, yalnızca söyledin. insanların buna gülmeye bile hakkı vardır zaman zaman. zira kurgunun gerçekliği varsa gerçekliğinde bir kurgusu vardır. aklına arkadaşımın mal gibi yere düştüğü bir şey gelmiştir ve gülerim yani. bu yahudilere yönelik soykırıma güldüğüm anlamına gelmez. günümüzde sık sık yaşadığımız psikopat karakterleri “aaa aynı ben ya ehehehe” diye anlatan pillci davarlarla yaşadığımız problemin kaynağı temelde budur. sen american pshcho’da patrick’i gösterip, baakkkkk ne kötü bir insan dersin ve psikopatlıklarını gösterirsin, sonra onu gören ergende der ki aaa ne hawalı bakio kral. onun psikopat yönünden değil, hawlı bir karakterin oynamasına odaklanır. bundada haksız değildir zira bu karakteri ortaya koyma şeklin dallamacadır. ve ardından bizi salak salak editlerle başbaşa bırakırsın. aynen kanka aynı sen ya eminim ki patrick’de hocaya soru soracakken altına sıçıyordur. no country for old men’de chigurh’a bakıp aaa aynı ben diyen bi embesil görmedim ben şahsen. travmayı anlatmakta daha başarılı bir film. travma aktarılacaksa bu aşırılık ve algı kayması -kurgunun gerçekliği yaratmasının eşzamanlılığı ile birlikte olur. 

 

az önce fantazmatik inkara girme sebebim de tam olarak burası aslında. kötü olduğunu bilmek onu yapmamayı gerektirmez ve izleyiciler aşırılıkların kötülüğü konusunda bilgisiz değiller. tam aksine biliyorlar. bilmelerine rağmen yapıyorlar. gösterdim ve düzeldi argümanı burada saçmalaşır yani. burada sinemada kullanılan göstermenin karşılığı temelde "söylemek"dir ve sadece bu alanda kalarak bir şeyi "gösteremezsiniz".

 

zizek gençliğinde izlediği bir filmi tasvir ederek bu durumu açıklar. bir çift vardır. birbirini kovalarlarken gülüşerek eğleniyorlardır. ardından kamera bir anda o kadını asılmış bir halde gösterir ve bu sırada bu gülüşme sesleri hala geliyordur. bu durum az önceki psikopat öven ergen kitlenin seveceği filmerin tam tersi bir noktayı bize sunar. derdi durumu birebir tasvir etmek değildir. kadını asılı halde gördüğümüz sahnede bir sessizlik veya korku sesleri vs yoktur. hala gülüşmeler devam ediyordur. bir yandan da gördüğümüz kadının durumu gerçekten içler acısıdır. burada travmanın gerçekliği kurguyla kapatması ve bu kurgunun kendi içinde bir gerçeklik yaratması güzel bir şekilde aktarılır ve izleyici bir anda şoka girer. tam anlamıyla algıları kayar.

 

yaanniiiii sayın gaspar noe, tacize yönelik bir dikkat çekme çabası içindeysen bunun metodu 10 dk tacize uğrayan birini göstermek değil amk.