ŞİDDETİN ANATOMİSİ VE AHLAK ÜZERİNE

Sürekli olarak birilerinin katledildiğini gördüğümüz bu günlerde, genelde yapılan klasık yorum toplumun “ahlaksızlaştığı” yönünde oluyor. Peki, tam aksine toplumun aşırı ahlaklı olması bu suçun temel nedeni olabilir mi? Bu metinin temel argümanı budur: suça ahlaksızlığın değil, ahlakın neden olduğu.

Günümüzde en çok yaşanmak istenen iki yer olan Avrupa ve ABD’deki şiddet oranlarına baktığımızda bariz bir ayrım görürüz. Avrupa birçok şiddet türünde ABD’den daha iyi bir durumda. Bu metin bu farkın temel sebebinin iki kurumun tarihinden kaynaklı olarak şekillenen devlet ve toplum yapısıyla alakası olduğunu savunacak. Öncelikle şiddet türlerini ayırdıktan ve istatistiki analizini yaptıktan sonra, bu şiddet türlerinin tarihsel süreçte nasıl bir yol izlediğinin analizini yapacak olan bu metin, temeline Steven Pinker’in “doğamızın iyilik melekleri” kitabının ufak bir bölmünü alacak. Ayrıca daha fazla veri ve daha oturmuş bir devlet mekanizması olduğundan bu makalenin analizleri büyük oranda ABD ve Avrupa merkezli olacak. Ayrıca ve ayrıca, bu makale temelde onur kültürünü analiz edecek. Ancak bunun her zaman sebep olduğunu değil bazen sonuç olduğunu göreceğiz. Yani kimi noktalarda toplumun onur kültürünü bir kenara bırakması gerektiğini ve bunun mekanizmalarını savunacakken kimi noktalarda bu ve şu unsurlar buna ulaşılmasını engelliyor tarzında argümanlar yer alacak.

 

1-Kavramları belirginleştirmek:

Şiddetin her zaman aynı sebepten doğmayacağı hepimizin malumudur, bu noktada şiddet analizine dair kavram ayrımına girelim.

a-)enstrümental şiddet/itibar şiddeti (instrumental violance/status-based violance)
Bu iki şiddet türü arasındaki temel ayrım bir amaç veya çıkar ilişkisinin olup olmamasıdır. enstrümental şiddet bir amaç ifade ederken itibar şiddeti amaçtan yoksundur. Örneğin bir hırsız, soygun için birilerine zarar veriyorsa bu enstrümental şiddettir, eşini kendisini aldatırken gören bir insanın eşine saldırmasıysa itibar şiddetidir. burada kişi, eşine saldırarak eski aldatılmamış gününe dönmeyi amaçlamaz, salt bir şekilde duygunun dışa vurumudur.

 

b-Ahlakın 3 varyasyonu, Şeref/Onur/haysiyet ayrımı

Şeref, başkalarının (toplum, arkadaşlar vs,) gözündeki değeri ifade eder. kamusal ve ilişkisel bir anlamda kendini gösterir. Bizim ahlaklı olup olmadığımıza karar veren mercilerden en önemlisi de toplum olduğu için, ahlak ve şeref kavramları çok iç içe geçmiştir.

Onur, kişinin kendi gözündeki özsaygıyı betimler. başkalarının onayından etkilenir, ama onlara bağlı değildir.

Haysiyetse sırf insan olduğun için sahip olduğun insani değerleri betimler. Evrenseldir ve işlevi genelde felsefi ve politik tartışmalara temel olmasıdır.


2-Şiddete dair birkaç istatistik: Şiddete dair analizlere baktığımızda çoğumuzun içgörüsüne ters bir şekilde şunu görürüz ki, şiddet çoğu zaman enstrümental değil itibar şiddeti olarak kendini gösterir. günümüzde ABD’deki şiddet vakalarının %85’i itibar şiddetinden oluşmakta. bu istatistiklerde dikkat çekici olan birkaç unsur var. öncelikle aile içi şiddet, yine tarihsel süreçte azalmakla beraber, kamusal alandaki şiddetten daha yavaş azalıyor. Bu verilerin taslağını kullanarak bir tablo oluşturduğumuzda şu sonuçlar çıkıyor: günümüzdeki şiddetin temel sebebi “şeref” kavramı, ki bu şiddet, problemlerin çözümünün devlete bırakılmadığı yerlerde kendini gösteriyor. Bu metindeki 3 ve 4. bölümler bu argümanları açmak için kullanılacak.

 

3- Şiddetin psikolojisi: 

Bu bölümde şiddete giden yolu şablonlaştırarak analiz edeceğim, kullanacağım şablon Craig A. Anderson and Brad J. Bushman’a ait. Bu şablon, oldukça basit durmasının yanında kullanılacak çözüm önerilerinin tam olarak ne anlam ifade ettiğini gösterecek.

 

a. Girdiler: Olayla etkileşen bireyin özellikleri

a.1 Kişilik özellikleri: mizaç, tutum, inançlar, değerler, genetik yatkınlıklar vs.

a.2 durum girdileri: kışkırtılma, saldırgan ipuçları, hayal kırıklığı, fizyolojik rahatsızlıklar vs.

Bu noktada bireyin yetiştiği ortamın etkisi oldukça fazla, zira birey burada şekilleniyor. Ahlak kavramını tanıyan bireyin şeref anlayışı gelişir. Bu noktada şiddeti doğuran şey belirli durum veya grupları ahlaksızlık olarak görme veya duygusunu şiddetle göstermenin öğrenilmesidir.


b. İç durum: Girdilerin o anda yarattığı bilişsel, duygusal ve fizyolojik tablo.

b.1 Biliş: Olayı yorumlama biçimi, düşmanca çağrışımların erişilebilirliği, senaryolar.

b.2 Duygu: Öfke veya diğer duyguların yoğunluğu.
b.3 Uyarılma: Vücudun fizyolojik aktivasyon seviyesi (nabız, adrenalin)

Bu noktayı büyük oranda bireyin şerefinin nasıl şekillendiği etkiler. Aktif bir eylem bulunmadığı için burada yalnızca şiddetin potansiyeli belirlenir.

 

c. Değerlendirme Süreci: İç durumun yönlendirdiği karar aşaması.

c.1 Anlık değerlendirme: Otomatik, hızlı, çabasız yorum; genelde impulsif davranışa yol açar.

c.2 Yeniden değerlendirme: Zaman, özdenetim ve bilişsel kaynak varsa alternatif seçeneklerin aranması; daha düşünülmüş tepki üretir.

Bu nokta büyük oranda iç duruma bağımlıdır. Bu noktada şiddet; anlık değerlendirme aşamasında ortaya çıkarsa “girdiler”e, yeniden değerlendirme aşamasındaysa hem “girdiler” ve “iç durum”a hem de bireyin karşılaşacağı sosyal ve hukuki tepkiye bağımlıdır. Günümüzde ülkede görüler şiddetlerin önemli bir kısmı yeniden değerlendirme için yeterli zamana sahiptir. Bu, çözüm önerileri aşamasında önemli bir noktayı simgeleyecek.

 

d. Davranış: Değerlendirme sürecinin nihai eyleme dönüşmesi. Bu eylem saldırgan olabilir veya olmayabilir, yani hiçbir şey yapılmasa da eylem olarak tanımlıyoruz.

Bu nokta hem “değerlendirme süreci”nin sonucu hem de bireyin şeref kavramını sosyal ortamda nasıl dayattığı ve onuruna dokunan noktaları nasıl dışa vurduğunu gösteren noktadır. Bu dışavurum bir noktada “girdi”lere bağlıdır, ancak bulunduğu çevreyi küçük gören birisi çevresinin tersi şekildede davranabilir. Bu noktada şiddeti doğuran şey bireyin ahlaksızlığı veya kendi şerefine yönelik algıladığı saldırıya karşı şiddet gösterebilme cesaretidir.

 

e. Sonuçlar: Seçilen davranışın hedef, fail ve çevre üzerindeki etkileri. Bu etkiler hukuki, sosyal veya fiziksel olabilir. Bu nokta özellikle “yeniden değerlendirme” sürecinin sonunda girişilen şiddet eylemleri üzerinde ağır bir etkiye sahiptir. Toplumsal sonuçlar veya hukuki yaptırımdan çekinmeyen bir bireyin şiddeti, sonuçlarından çekinmemesine bağlıdır.

 

f. Geri Besleme: Sonuçların, gelecekteki bölümler için yeni girdilere dönüşmesi.

f.1 Kısa vadede: Aynı etkileşimde sonraki adımı şekillendirme.
f.2 Uzun vadede: Tekrarlı deneyimlerin saldırganlıkla ilgili inanç, şema ve kişiliği değiştirmesi.

 

4-Şiddetin coğrafyası:

Bu bölüm boyunca metin, şiddeti ortaya çıkaran şeref kavramını törpülemenin yolunun güçlü bir 3.kurum’dan geçtiğini ve problemlerin çözümü için insanları tek başlarına bırakmanın şeref kavramına sığınmalarına yol açtığını savunacak. Bu argümanı savunurken, şiddeti azaltmakta en başarılı medeniyet olan Avrupa üzerinden, Leviathan’ın bireyin davranışlarını düzenleme gücü üzerinden savunacak. Devletin düzenleme gücünün şiddet üzerindeki etkisinin en bariz gözüktüğü yer, az önce de belirttiğim gibi, tarihsel süreçte özel alandaki şiddetin -aile içi şiddet vb.-, kamusal alandaki şiddete göre daha yavaş azalması. Buraya baktığımızda görünen o ki belirli bir kanuna bağlanan insanlar arasındaki ilişkide, şiddet devlete devredilebiliyor ve bu toplam şiddet oranının azalmasına sebep oluyor. Buradaki açıklama oldukça bariz gözüküyor. Devlet, benim iş için kurduğum bir ilişkiyi daha fazla düzenleyebilir, ancak ailemle kurduğum ilişkileri daha az düzenleyebilir. Buda temelde sınırların belirsizliğine ve sınırların kim tarafından belirleneceği karmaşasına sebep olur. Ayrıca aile içinde “şeref” kavramına daha fazla önem verilir ki kişinin nasıl bir insan olduğu ailesiyle de değerlendirildiğinden ailenin şerefini korumak için şiddet daha sık gözükür. Burada çok bariz bir “Leviathan” eksikliği ve “şeref” problemi görebiliyoruz.

 

İkincil olarak leviathanın şiddetteki etkisini inceleyecek olursak, ABD ve Avrupa örneklerine bakabiliriz. Avrupada devletin insanlar üzerinde daha fazla etkisi olduğunu görebiliyoruz, yani devlet insanların özel hayatına daha fazla müdahale ediyor. Bugün ABD’nin aksine çoğu Avrupa ülkesinde çocuğunu okula göndermemek mümkün değildir, çocuğuna ABD’ye kıyasla daha az müdahale edebilirsin, ABD’de ifade özgürlüğü olan birçok mesele Avrupada suçtur vs. Abd ve Avrupadaki suç oranlarını bu eksende incelersek “Leviathan”ın etkisinin daha bariz görebiliriz. Devletin daha fazla özel alana görmesi ve kamusal alandaki iletişim ve anlaşma şeklini daha sert bir şekilde düzenlemesi, insanların insiyatifine daha az yer bırakıyor. 

 

Bu Avrupadaki şiddetin düşüklüğünü açıklarken kullanılan örnekleri ABD’deki şiddeti inceleyerek daha detaylı inceleyelim. Burada Leviathan ve şeref ilişkisi analizini detaylandıralım ve neden insiyatifi Leviathan'a bırakmanın çözümün temeli olduğunu inceleyelim. Öncekikle ABD’nin şiddet oranının yüksek olduğu yerlere bakacak olursak, genelde güney bölgelerini görüyoruz. Kuzey ABD ise görece daha az şiddet görülen bir bölge. Bunun neden olduğuna dair argümana girmeden önce, Polonya üzerinden bir analiz yapalım. Bu ülkede bahsedeceğim argüman daha bariz gözüküyor.

 

Güncel oy oranlarına baktığımızda, eskiden Almanların da yoğun olarak yaşadığı yerlerde liberal partilerin muhafazakar partilere bir üstünlük kurduğunu görebiliyoruz. Almanların aksine, sanayileşmemiş rus çarlığı himayesindeki polonya topraklarındaysa muhafazakar partiler daha güçlü. Günümüzde bu bölgede neredeyse hiç alman yaşamıyor, ve buraya gelenlerin çoğu buraya ait köklere sahip değiller, yani kültürel bir mesele söz konusu değil. Burada kurulan ekonomik yapının toplumsal düzeni şekillendirdiğini görebiliriz. Erken sanayileşen ve sanayileşmiş bir ülkenin kurumlarını barındıran eski Almanya imparatorluğuna bağlı polonya toprakları, daha yoğun bir demiryolu haritası ve şehirleşme barındırıyor. Tam aksine sanayileşmemiş bir toplum olan Rus çarlığı himayesindeki Polonya topraklarıysa, köy ekonomisine sahip bir ülkenin kurumlarını kendinde barındırıyordu, düşük şehirleşme ve az yoğunluklu demiryolu haritası. Ekonominin dayattığı kamusal yapı, iki farklı polonya dayattı. şehirleşmiş, eğitim seviyesi yüksek ve AB’ye entegre bir batı ve geride kalmış doğu polonya.

 

Burada birazdan sunacağım argümanlara gelecek itirazları önceden görebilir gibiyim: peki yoksullukla ilişkili faktörler? Ancak bu itirazın temelde benim argümanlarına karşı örnek sunmasındansa, tam aksine bir destek sunduğunu düşünüyorum. Sonraki 3 paragrafta ABD’ye göç eden insanların uğraştıkları ekonomik faktörlerin toplumu nasıl şekillendirdiğini anlatıp bunun suçla ilişkisini savunacağım. Ancak bu argümanlara yönelik yoksulluğun daha açıklayıcı olduğu argümanı sık sık kurulur. Bu sebeple şu uyarı ve argümanı baştan sunacağım. Evet yoksulluk, kültürden daha iyi bir açıklayıcı argüman, ancak ve ancak, bu makale onur kültürünün suça etkisini inceliyor. İkincil olarak, yoksulluk dediğimiz şey onur kültüründen azade bir unsur değil. Aksine yoksulluk onur külürünü besleyen en önemli unsurlardan birisi. Bir aralar instagramda meşhur olan bir konuşma vardı. Kelimesi kelimesine hatırlamıyorum ama “yoksul ghettolarda erkeklerin erkeklikleri dışında bir şeyleri yoktur, onlara belediyeler hizmet götürmeli ve iyi bir hayat sunmalı. Bu durumda toksik maskülenite sorununu çözersiniz” tarzında bir şeydi. Bilimsel bulgular da bunu ciddi oranda destekliyor. Tabii ki toksik maskülenite sorununu yoksulluğa indirgemeyeceğim, zira erkekliğe ve kadınlığa atfedilen anlam da burada temel omurga. Ancak aradaki korelasyon Onur kültürünü besleyen bir unsur olarak yoksulluğu oldukça bariz bir şekilde besliyor. Eğitimden uzak kalan ve ghetto ortamında yetişen bir çocuk, kişilik özellikleri (a1) itibariyle şiddete eğilimli olabilirken bir yandan da “kaybedecek bir şeyim yok” düşüncesi (ve çoğu durumda gerçekten olmaması) değerlendirme süreçlerini(c) olumsuz etkiliyor. 


Şimdi Polonya ile benzer bir analizi ABD’ye yapılan göçlerle inceleyecek olursak, güney ABD’ye yapılan göçler büyük oranda çobanlığa dayalı ekonomiye sahip olan İrlanda ve İskoçyadan gelmişti. Bugün bile İrlanda ve İskoçya kökenli insanların oranı ile itibar şiddeti arasında anlamlı bir ilişki bulunuyor, ancak bu etki yalnızca itibar şiddetiyle sınırlı, enstrümental şiddette kaydadeğer bir fark yok. Çobanlık mesleğini incelediğimizde, büyük oranda leviathan etkisinden uzak ve çoğu zaman başının çaresine bakmanın gerektiği bir meslek grubuna dahil olduğunu görebiliyoruz. Ayrıca çobanlık tarihsel olarak, seyrek nüfuslu bölgelerde ortaya çıkmıştır. Çobanların serveti olan hayvanlar; taşınabilir, sahipliğinin kanıtlanmasının zor olduğu ve bir anda bir felaketle ağır ekonomik kayba sebep olabilen bir alan. Böyle bir ekonomik yapı, toplumsal yapıyı ve dolayısıyla bireylerin kişiliklerini de doğal etkiliyor. Böyle bir ortamda Leviathan yoksa ,ki çoban toplumlarda çoğu zaman yoktur, şiddet mülkiyetinin sigortası olarak çalışır ve farklı çobanların bir arada yaşamak için geliştirdiği “şeref” kültürü ağırlık kazanır. ABD’ye sanayileşmemiş ve çobanlıkla uğraşan insanlar, güney ABD’ye yerleştiklerinde kendi kültür, yaşama tarzı ve kamusal sistemlerini de taşıdılar. Uzun süre dış göç ve kültürel karışımdan uzak kalan güneyliler, kendi kültürlerini de oluşturan leviathanın güçsüz olması durumunun güney ABD’dede  olması ile birlikte kendi kültürlerini güney ABD’ye taşımak için oldukça fazla zamana ve olanaklara sahiplerdi. Güneylilerin aksine halihazırda 1700lerde tarım ekonomisinden gelen İngiltere ve 1800lerde sanayilemiş Almanyadan göç alan kuzey ABD’de ise, oraya yerleşen insanlar halihazıda yoğun nüfuslu ve birlikte yaşama pratiğini edinmiş, leviathanın güçlü olduğu bir ortamda kişiliği oturmuş insanlardı, ve kuzeye taşınan İngiliz ve Almanlar, tıpkı güneyliler gibi kendi kültür, toplumsal yapı ve ekonomik düzenlerini de buraya taşıdılar. Tabii bu noktada argümanı kuvvetlendirmek için tarihsel sürece biraz daha detaylı bakmamız iyi olur. Kuzey ABD’ye ilk göç eden topluluk İngilizlerdi. İngilizler 1700lerde tarım ağırlıklı bir ekonomiydi ki bu ekonomik yapıda servet devlet/komün tarafından korunabilecek bir yapıdaydı. Kuzey ABD’ye göç eden bu ekonomik yapı kamusal 
yapıları beraberinde getirdi, Bu bölgelerde kilise, okul, yerel meclis gibi kurumlar güneye kıyasla çok erken kuruldu. Bu sebeple insanlar sorunlarını bireysel olarak değil, leviathanla çözdüler, böylece 3. taraf hakim, yargıç veya komünlerin kararlarıyla çözüme ulaşılmasının temeli kuruldu ve Almanların göçleriyle birlikte bu yapılar güç kazanmakla kalmadı, ayrıca ticaret de güç kazandı, ki bu durum da bahsi geçen kurumların güçlenmesini sağladı. 

 

Burada tekrardan ve özellikle dikkat çekmek isterim ki: ABD’nin güney ve kuzeyinde enstrümental suçlar arasında kayda değer bir farklılık bulunmamakta. Bu suç oranlarının yüksek olma sebebi itibar suçları. Yani bahsedilen konu hala ahlakın suça olan etkisi.


Aile içi şiddetin görece az azalmasından tut ABD’deki suç oranlarının yüksekliğine, bariz bir şekilde görüyoruz ki: toplumsal yapı insanları bireysel çözümlere ittikçe, şiddet oranı kaydadeğer biçimde artıyor. Bu şiddet ise kendini “şeref” ve racon kavramının altında alan buluyor. Racon dediğimiz şey temelde, kanunu olmayan bölgelerde insanlar arasında kanunmuş gibi davranılan tutum ve davranışlarken, şerefse buradaki kıstas kaynağı gibi düşünebiliriz.

 

5. Farklı zaman, farklı durum, aynı soru; Ne yapmalı?

Önceki bölümlerde ortaya konan kavramsal ve tarihsel analizlerden çıkan temel sonuç şudur: Şiddetin kaynağı büyük ölçüde bireysel ahlâksızlık değil, toplumun içselleştirdiği onur/şeref normları ve “Leviathan”ın zayıflığıdır. Araştırmalar, merkezi iktidarın olmadığı veya güçsüz kaldığı yerlerde onur kültürü adı verilen normlar bütününün kök saldığını ve insanların kendi adaletlerini sağlamak için şiddete başvurduğunu göstermektedir. Böyle “vahşi” koşullarda devletin şiddet tekeli olmayınca bireyler caydırıcılık için misilleme tehdidine bel bağlar ve bu da karşılıklı tırmanan şiddet döngüleri yaratır. Nitekim tarihsel örnekler bunu doğrulamıştır: Örneğin ABD’nin güneyinde merkezi otoritenin görece zayıf olduğu dönem ve bölgelerde, onuru savunma gerekçeli cinayet oranları kuzeye kıyasla belirgin biçimde yüksek seyretmiştir. Benzer biçimde, 17. yüzyıl Polonya’sında zayıf merkezî iktidar yüzünden soylular, şereflerine leke süren bir hakareti mahkeme yoluyla çözmek yerine düello ile “temizlemeyi” yeğlemişlerdi; zira zayıf devletin adaletinden daha hızlı sonuç veren onur temelli şiddet pratikleri oluşmuştur.

Bireysel düzeyde ise şiddetin oluşumu, Craig A. Anderson ve Brad J. Bushman’ın geliştirdiği Genel Saldırganlık Modeli (General Aggression Model) ile açıklanabilir. Bu modele göre saldırgan davranış, kişisel özellikler (mizaç, inançlar, geçmiş deneyimler vs.) ile durumsal tetikleyicilerin (provokasyon, hakaret, stres vs.) etkileşimi sonucu ortaya çıkar. Bir bireyin maruz kaldığı olumsuz uyaran, onun bilişsel süreçlerini, duygularını ve fizyolojik uyarılmışlık düzeyini etkiler; bu içsel durum ise o anda yapılan değerlendirme ve karar süreçlerini biçimlendirir. Sonuçta kişi ya şiddete başvurma yoluna gider ya da gitmez, ve ardından her bir deneyim, gelecekteki davranış kalıplarını pekiştirerek bireyin şiddete yatkınlığını artırıp azaltabilir. Kısacası, şiddet makro düzeyde onur kültürü ve devlet otoritesiyle ilgiliyken mikro düzeyde de psikolojik tetikleyiciler ve öğrenilmiş davranışlarla ilgili; her iki boyut birbiriyle etkileşim içindedir.

Peki farklı zamanlarda, farklı konularda tekrar tekrar sorulan “Ne yapmalı?” sorusuna bu analizler ışığında verilecek yanıt nedir? Hem tarihsel hem kültürel hem de psikolojik boyutları göz önüne alırsak, çözümün de çok katmanlı olması gerekir. Devlet tarafında, merkezi otoritenin adil ve kapsayıcı bir şekilde güçlendirilmesi kritik bir yer tutmakta. Güçlü ama meşru bir devlet, vatandaşların güvenini kazanarak onların kendi adaletini uygulama ihtiyacını azaltacaktır. Bu da özellikle şiddetin yüksek olduğu bölgelerde polis ve adalet mekanizmalarının etkin ve tarafsız işlemesi, hukukun üstünlüğünün sağlanması ve sosyal devlet ilkeleriyle vatandaşların temel ihtiyaçlarının karşılanması anlamına gelir. Devlet, yalnızca ceza yoluyla değil aynı zamanda sosyal politikalarla da şiddet döngüsünü kırmaya katkı yapmalı; ekonomik eşitsizlikleri azaltarak, eğitim ve istihdam imkânları sunarak şiddeti besleyen ortamı daraltabilir.

Kültürel düzeyde ise onur kültürünün dönüştürülmesi uzun vadeli ama kritik bir hedeftir. Toplum, “şeref” kavramını şiddetle özdeşleştiren anlayış yerine, insan onurunu şiddet olmadan da korunabilecek bir değer olarak benimsemeli. Bu noktada eğitim sistemine büyük görev düşmekte: Okullarda erken yaştan itibaren empati, duygusal zeka ve çatışma çözme becerileri kazandırılarak, genç nesillerin hakaret veya anlaşmazlık durumlarında şiddete başvurmadan sorun çözebilmeleri sağlanmalı. Bunlar görülmemiş şeyler değil, Danimarkada 1993ten beri “Empati” dersi veriliyor. Medya ve kanaat önderleri de dil ve tutumlarıyla şiddeti romantikleştiren, “gerçek erkeklik”i fiziksel güç gösterisine bağlayan söylemlerden kaçınarak ve cezalandırarak kültürel değişime katkıda bulunabilir. Onur kavramının içeriği yeniden tanımlanmalı; örneğin, şiddete başvurmamak bir zayıflık değil, aksine medeni toplumun benimsediği bir erdem olarak sunulmalıdır. Tarihsel olarak birçok toplumda düello, kan davası gibi onur odaklı şiddet pratiklerinin zamanla yok oluşu, kültürel normların devlet müdahalesi ve toplumsal bilinçle değişebileceğine işaret etmekte.

Son olarak, birey ve toplum etkileşimini psikolojik açıdan ele alan çözümler gereklidir. Şiddete meyilli bireylerin rehabilitasyonu, öfke kontrolü programları ve ruh sağlığı desteği, kısa vadede şiddet vakalarını azaltabilir. Anderson ve Bushman’ın modelinde vurgulandığı gibi, bireylerin maruz kaldığı şiddet uyarıcılarını da kontrol etmek önemlidir; aile içi şiddetin kuşaktan kuşağa aktarımını engellemek, çocukların istismar veya kronik stres ortamlarında büyümesinin önüne geçmek, mahalle düzeyinde suç ve çete kültürünü alternatif etkinliklerle ikame etmek bu bağlamda sayılabilir. Bireylerin şiddete karşı tutumlarını dönüştürmek için farkındalık kampanyaları, mağdur hikâyelerinin paylaşılması ve pozitif rol modellerinin öne çıkarılması ile toplumsal duyarlılığı arttırmalıyız.

Tarihsel ve güncel analizlerin sentezi bize şunu gösteriyor: Şiddet, değişmez bir insan kaderi değil; doğru hamlelerle azaltılabilir bir toplumsal fenomendir. Bunu başarmak için devlet, toplum ve birey düzeylerinde eşzamanlı bir dönüşüm gerekir. Güçlü ve adil kurumlar sayesinde insanlar adaleti kendi elleriyle sağlamaya kalkışmazsa, şeref uğruna şiddet döngüsü zayıflayacak. Paralelinde, kültürel eğitim ve dönüşüm yoluyla yeni nesiller şiddeti reddeden değerlerle yetişirse, provokasyona karşı şiddet içermeyen tepki verme becerisi yaygınlaşabilir. Sonuç olarak, farklı zaman ve konularda karşımıza çıkan “şiddeti önlemek için ne yapmalı?” sorusunun cevabı, bütüncül bir değişim stratejisinde yatmakta. Hem Leviathan’ı sağlam tutarak hem de toplumsal normları insaniyet ve hukuk temelinde yeniden inşa ederek, geçmişten ders alan daha barışçıl bir gelecek inşa edebiliriz.